USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

Tüketim Toplumu ve Kadın Cinayetleri

01-11-2019

Günümüz toplumu, tüm benliğiyle tüketim egemenliğine girmiş ve bugüne kadar alışılagelmiş tüm değerleri, ilkeleri tüketim uğrunda heba edilmiştir. Tüketim hırsı, tüm topluma bir kaygı hali pompalar; bu ilk başlarda ihtiyaçtan ziyade bolluğa ulaşamama kaygısıdır. Kaygı hali, kişiyi maddeye esir birer bağımlı yapar ve hatta daha ilerisi birey nesneleşir.

Marx, bu durumu “meta fetişizmi” sonucu kişinin kendine yabancılaşması veya metalaşması diye tanımlar. Metalaşmış bireyin, onun birey olmasını sağlayan bir çok değere ve bilgiye görgüye artık ihtiyacı yoktur; ihtiyaç olmayan her değer hızla çöp kutusuna atılır. Tüm değerlerin, ilkelerin çöpe atılması, aynı zamanda maddeye ulaşmadaki yolda “her yolun mübah” anlayışı, zaten daha önce dışlanmış olan bilim ve benzeri ilkelerle beraber emeğin de dışlanmasına aracılık eder. Emek, bilgi, görgü ve değerli tüm anlayışların dinamitlenip, yok olduğu bir zeminde, cahilliğin yeşerip, serpilmesi kaçınılmaz bir sondur.

Fakat, tüketim insanının uğruna her kutsiyeti feda ettiği kapitalist sistem, tüketime ulaşmada herkese adil davranmayacaktır; sadece, ayrıcalıklı bir azınlığın zenginliğini, çoğunluğun yoksulluğuna yükler. İşte, maddenin erişimine olan eşitsizlik veya imkansızlığın çoğunluk tarafından fark edilmesi ve uğrunda her şeyin feda edilmesine rağmen, elde koca bir sıfırın olması, bir yarılma ve çatışma zemini meydana getirir. Şiddet, bu zeminde ortaya çıkan, depresif halindeki toplumun bir patlama halidir. Aslında, tüketim görünüşte her şeyin hızlıca eritildiği gel, geç bir moda gibi görünse de, tüketim; sadece tüketilenle itibar, prestij veya statü kazanıldığı ve sadece tüketilen üzerinden var olunduğu yeni bir değersizlikler ve yeni bir sınıfsal sistem meydana getirir. Sistem kendine itaat etmeyen bireyleri, yani olduğuyla yetineni ötekileştirir ve diğerlerine benzetme koşulunu dayatır. Benzemeyen veya benzemek iste de, tüm tüketim araçlarından yoksun olanların bunalımı da, şiddetin yerleşmesine hizmet eder.

Yanlız  bu şiddet hali, başlangıçta içine düşünülen bunalımın istem dışı, kontrolsüz bir patlaması gibi görülse de, aslında başvurulan yol, her zaman kontrolsüz olmayıp, bazen veya çoğu zaman hedefini seçerken kendi ruh hali içinde bir güç muhasebesine girmeyi de ihmal etmez; çünkü tüketim insanı aynı zamanda bulunduğu yerin koşullarına göre pragmatist refleksler geliştirmesini becerebilen kişidir. Güvenlik tedbirlerinin oldukça az olduğu veya hiç olmadığı yerler, şiddetin kontrolden çıkış kimliğine bürünerek arsızca sergilenmesi için en verimli alan ve bu alanlarda, asıl işleri güvenlik veya savunma olmadığından, kendilerini savunmada en zayıf olan kişiler en iyi hedeflerdir.

Bugün, karakolda, mahkemede veya savcı huzurunda veya kışla gibi, işi güvenlikten veya asayişten ibaret kurumlar ın hiç birinde, ne polise, ne bir rütbeliye, savcıya veya hakime uygulanan hiçbir şiddet haberiyle karşılaşmanız imkan haricidir.(Karşılaşılması da zaten arzu edilmez, keşke hiçbir yerde, hiç kimse şiddete maruz kalmasa) Fakat diğer yandan, okul, hastane ve benzer kamusal alanlarda ve en önemlisi de ev içinde, öznesi, öğretmen, doktor, memur ve kadın ve çocuklara uygulanan her türlü şiddet haberleri maalesef gündemin en zinde konularıdır. Buna şiddetin oportünizmi veya şiddetin oportünist hali de denilebilir.

Şiddetin oportünist halinin en kolay mekan bulduğu yer olan ev ve en kolay uygulanabilir birey, ev içindeki kadın olması hesabıyla konu, ayrıca incelenmeye ve ilgiye çokça muhtaçtır. Özellikle, üzerinde çokça konuşulmasa da, genellikle bilinçsiz ve cahil birlikteliklerin sorumsuzluğu sonucu meydana gelmiş ve birinin ölümü ve diğerinin de hapis şeklinde ki sonun faturasını daha masaya oturmadan ödemek zorunda kalan çocuklar, konuyu diğerlerine göre artı bir ilgi ve ivedi çözümleme katmaktadır. İstediğiniz kadar evden uzaklaştırma veya benzer erkek cezalandırma uygulayın konuyu sadece erkek, kadın ilişkisinden ziyade toplumsal bir çözülmenin ve bir çöküşün en büyük işaretleri olarak saymadığınızda, maalesef, bugün olduğu gibi benzer şiddet ve cinayet haberleri gündemimizi işgal etmeye devam edecektir. Kadın vahşetleri, sadece erkek ve kadın ilişkilerinin düzensizliğinin değil,  tüm halkın düzensizliğinin sonucudur.

Rousseu “Bütün düzensizliklerin nedeni insan yapısın dan çok toplum yapısındadır” der. Kadın vahşetlerini nedenlerini ve önleyici tedbirlerin ne olması gerektiği bu sava oldukça muhtaç dersek yanılmış olmayacağız her halde. Kadın vahşetleri, tüm toplumun düzensizlik çukuruna düşmesi sonucu, kadın ve erkek ilişkilerinde ilişkiye kendi olmasını sağlayan değerlerin tümünün kişi tercihlerinden ziyade tüketim tarafından belirlenmesinin sonucudur. İlişki veya birliktelik, bir bölüşüm dür; ve geleceğin belirsizlik sularına yapılacak bir yolculukta, önünüze çıkabilecek her türlü aksamayı veya olumsuzluğu göze alarak yolu bilmeden yola çıkmaktır. Sevgi veya saygı da zaten bu inanç zemini üzerinde anlam bulur ve olgunlaşır.

Fakat, tüketim toplumunda ilişki veya birliktelik, her şeyden önce karı garanti eden, bol çek yaprakları her zaman ödenmeye müsait ve yolda çıkabilecek her türlü kazaya karşı sigortalanmış bir şirket veya bir yatırım aracı kimliğindedir. Birçok sürprizin veya olumlu, olumsuz her türlü ihtimalin karşılaşılabilmesinin mümkün olduğu yaşam da, kar da beklenmedik bir düşüş ve ödemeler dengesinde küçük bir aksama veya çekte bazen karşılığın olmaması, zaten daha önce cahilleşmiş beyinlerde karşılıklı bir kriz ve düşmanlık duygularını meydana getirir. Bugün, şiddet gören ve hayatına son verilen her kadından bu anlayış sorumludur.

Gözünü  tüketim hırsı bürümüş ve buna ulaşmada her değeri(çocuklar bile) harcamada gözünün yaşına bakmayan ve beklentinin sınırının ölçüsüzlüğüyle yüzsüzlük çamuruna batmış birinin, erkeği bol limitli ve ödeme garantili bir kart gibi bolluğa ulaşma aracı olarak gördüğü ve erkeğin ise, kadını, bir macera ve deneyim alanı olarak cinselliğin kullanım değerine indirgediği ve yine kadını, her türlü duygudan izole olarak özel mülkiyetinden öte gitmeyen bir eşya gibi gördüğü bir anlayış etrafında şekillenmiş ve gelişmiş bir birlikteliğin sorunsuz olacağını veya sorunsuz biteceğini beklemek safiyane bir niyet olacaktır. Dilin bile tüketimin egemenliğine girerek diyaloğun yok olduğu, eleştiri damarlarının tıkalı olduğu bir toplumda, tüketim insanını, ufak bir çıkmazda elbette en iyi bildiği şey olan şiddete başvuracaktır. Özellikle, gelir eşitsizliğinin devasa uçurumlara tekabül ettiği gelişmişlik düzeyi az olan ülkelerde, birilerinin eşsiz gösterişli yaşamlarının diğerlerinin gözleri önünde arsızca festivalleştirilmesi ve yine diğer büyük çoğunluğun göze batan sefaleti toplumun büyük bir çoğunluğunu oluşturan diğerlerine bir kıskançlık ve kin aşılaması yapar. Özellikle, sosyal medya bu aşılamanın yayılmasını sağlayan zehirli bir sarmaşık rolüne sahiptir. Yenilenin, içilenin, binilen arabanın, oturulan evin veya herhangi bir her türlü görgüsüzlüğün  whatsap profillerine yerleştirilmesi veya diğer sosyal medya ağlarında paylaşılması, yazının başında belirtilen bilgiden ve görgüden izole olmuş toplumun tümüne bir tüketim aşkı hırslanması yayar.

Yine tv dizilerindeki lüks villalar, içlerinde ne iş yapıldığı belli olmayan sarayım sı çok katlı ofisler ve sadece dizi hayatlarına mahsus aniden zenginleşen vasıfsız ve niteliksiz, tuhaf giyimli, tuhaf saçlı veya her şeyiyle tuhaf olan erkek veya kadın tiplemeleri, tüm bunların gerçeğine uzaklaşması yasaklanmış kişilere sanal bir liman sağlar ve limanın sanallığın fark edilmesi, sonucu şiddet olan yeni bir bunalımı ortaya çıkarır. Burada, ailenin rolüne değinmeden geçmek olmayacaktır. Tüketim diktası altında yaşayan toplumlarda aile kurmak bile metaların karşılanma oranına ve niceliksel değerlerine göre şekillenir; bu durum bir yerde bireyin özgürlüğünün ve tercihinin de gaspına sebep olur. Örneğin, evi, arabası ve iyi bir geliri olan kişi makbul vatandaştır. Tv’ler de yayınlanan evlilik proğramları bu örneklemelerin en fütursuzca sergilendiği gösteri mekanları dır. Tıpkı, tv deki evlilik sirklerinde olduğu gibi tüketim toplumunda da aile ve aile kurmaya hak etmediği bir kutsiyet atfedilir ve aile, toplumdaki tüm düzensizliklerin ve ahlak gasplarının önleyicisi gibi pazarlanır;

Fakat bu bakış ciddi biçimde paradoksal ve hatalı bir değerlendirmeyi içinde barındırır. Özünde aile ne ahlak gasplarını engeller, ne de topluma ait kötü gidişatın önünü keser; aile, tam aksine tüm bu olumsuzlukları ve telafi edilmesi güç olan dejenarasyonu toplumsal bir olura çevirir. Alınan, satılan, giyilen veya şunun eşinin aldığı ev veya araba gibi örneklemelerin yapılacağı müsait bir alan olması sebebiyle aile, bu yönüyle toplumsal bir çatışmaya ve huzursuzluğa da aracılık eder. Aile, aynı zamanda çocuklar, prestij ve ortak toplumsal menfaatler uğruna mutsuz birlikteliklerin şiddetle beraber devamlılığını sağlayarak, bir yerde şiddeti adeta kurumsallaştırır.

Burada, elbette şiddete ve vahşetlerin tüm sorumluluğu ailenin omuzlarındadır gibi bir anlam kast edilmemektedir. Kasıt, sadece bilginin dışlandığı ve cahilliğin egemen olduğu bir toplumun tercih kabiliyetlerinin olamayacağı veya tercihlerinin kendi ve orijinallik niteliğini yitirip, bunu sadece tüketim tarafından belirleneceğidir.

Bugün, her boşanma veya birlikteliğin bitme haberlerinin ardından gelen, eski sevgili, eski eş veya şimdiki her kimse ve yine herhangi bir akraba tarafından gerçekleştirilen tüm kadın katliamların benzer nedeni maalesef, aileye atfedilen anlamsız kutsiyet olmakla beraber, ne olursa olsun, bireyin özerk tercihinden ziyade, eşyaların karşılanma değerine göre şekillenen günümüze ait aile kavramının korunması inancıdır. Özellikle, ölen her kadının arkasından, iffetsiz, yuva yıkan ve namusumu temizledim gibi, birinin hayatına son vermeyi utanmazca tv önlerinde veya mahkemelerde adeta bir şova dönüştüren, arsız, düşünce iktidarsızı, yetersiz tiplemelerin, sanki tembihlercesine hep aynı söylemlere başvurulması, bu yolun (aileye atfedilen kutsiyet açısından) elbette hukuken olmasa da maalesef, hala toplumsal bir meşrutiyet aracı olarak kabul gördüğünün acıklı bir işaretidir.

 

Kadına uygulanan şiddet ve kadın cinayetlerinde, kadın ve erkek figüratif öğeler olup başat rol tüketim ve cahilliktir. Kabul etmek gerekir ki, kadınlar gösteri toplumunun en önemli sergileyicileri ve tüketimin yarattığı sınıfsal yarılmanın en belirgin ayıraçlarıdır. Yine, Marx’ın manifestosundaki gibi ev içindeki her kadının günümüz şartlarında proloteryayı temsil ettiğini söylemek artık geçerliliğini yitirmiş bir söylemdir. Trafikte gördüğünüz fiyatı 100 binlere tekabül eden araçlara binen veya saymaya gerek duyulmayan bir sürü pahalı tüketim araçlarına sahip hiçbir kadın asla proleter olamayacağı gibi, bunlar olmaya özenen, fakat olamadığı için bu uğurda eş, çocuk gibi hayatında değerli ne varsa bozuk para gibi harcamayı göze alan bir çok kadın da ezilmişler kadrosuna dahil edilemez. Kadın platformlarının mücadeleleri sonucu kazanılmış bir çok kadın koruyucu tedbir ve hukuksal haklar elbette takdir edilesi eylemlerdir.

Fakat, her şiddet gören kadının buna başvurduğunu sanmak veya her başvuranın da mevcut durumu kendince bir avantaja çevirmediğini sanmak, asıl korunması gerekenleri gözden kaçıran sorunlu bir bakıştır. Bugün, eş, erkek kardeş gibi herhangi bir erkek tarafından gördüğü şiddeti anlatmayı bile kendine utanç sayan, ekonomik bağımsızlığından mahrum olmanın bedelini kocanın eline bakmak şeklinde ödemek zorunda kalan ve bunun kaderi olduğunu kabul eden bir çok ezilenin yaşadığı cehennemden çıkması için polis ihbar hattını aramasını ummak ve erkek uzaklaştırma tedbirlerine başvurmasını beklemek veya kadın sığınma evlerine yerleşeceğini sanmak oldukça ütopik bir beklentidir. Bunun yanında, ekonomik eşitsizliğin vermiş olduğu ezikliği ve yetersizliği, her gün kadının dırdır bombardımanlarıyla  yüzüne vurulan ve ihtiyaçları karşılama gücünde elinden hiçbir şey gelmeyen ve bu yüzden sürekli şunun veya bunun kocası gibi klasik tüketim karakterli cahilce örneklemelere muhatap kalan ve buna rağmen sırf çocukların düzeni(aslında ortada düzenden ziyade düzensizliğin düzeni veya rutini vardır.) veya dayatılmış toplumsal geleneklerden dolayı bu cehennemi yaşamayı zorundalık olarak gören ve karşıt cinsin yaptığı gibi bunu biriyle paylaşmayı kendine yasaklayıp, sorunlarını iç dünyasına hapsedip çığ gibi büyüten ve bunun sonucunda, elde sadece kullanmak zorunda olduğu bir düzine ilaçları kalan bir sürü erkeğin de olduğunu unutmamak, soruna palyatif çözümlerden ziyade kalıcı çözümler sunmaya faydalı olacaktır. Ayrıca, bahsi geçen her türlü ekonomik ve sosyal araçtan mahkum kadınlara polis ihbar hatlarını aramasını teşvik edip sonrasını ise takip etmemek, bir yerde tuzak ve ne halin varsa gör anlayışı gibi ortada bırakma durumudur.

Diğer yandan, maalesef bu koruma tedbirleri bir çok kötü niyetli kadın için ayrıca bir istismar ve durumu nafaka, tazminat gibi ganimete çevireceği bir fırsat alanına çevirmektedir. Öyleyse, sorun toplumsaldır ve bunun çözümü de, bilginin egemenliği altında cahilliğin yok edilmesi için verilecek mücadeledir. Bu, kısa vadede olabilecek bir iş olmaması yanın da, tüm bu vahşetleri önlemede bilimin yönü, ilişkileri tüketim tarafından belirlenen ve bu yüzden asla kendileşemeyen, alışılagelmiş tüm değerleri tüketilmiş ve kültürün ve bilginin dışlandığı bir toplumun yönünün tamamen tersine çevrilmesiyle mümkündür. Belki de bilginin, kültürün ve görgünün egemenliğinde yeni bir toplum inşası gerekmektedir. Nietzche’nin şu cümlesi yazıya son nokta olsun; “Ve bilginin ermişleri olamazsanız bile, bilginin savaşçıları olun” Böyle buyurdu Zerduşt!

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?