USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

Bundan böyle “bölünme” görmek istemiyorum (2)

13-11-2020

Hikâyemize kaldığımız yerden devam ediyorum: Yıl 1990. Biz Yeni Asya gazetesindeyiz. Bir gün yazı işlerine, kırçıllaşmış sakallı, başında sarığı ve cübbesiyle, temiz giyimli bir zat geldi. Benimle ve arkadaşlarım Mustafa Kaplan ve Bünyamin Ateş’le görüşmek istemişti. Görüştük. Sohbetin ana konusu “İttihad-ı İslâm” idi. O zat bizlere, “Sizler, İnşallah İttihad-ı İslâm’a hizmet edeceksiniz!” dedi ve bize dua ederek gitti. Tevafuk, çok geçmeden bizler bu konuya kafaya yormaya başladık. Sahi ümmet niçin bu kadar paramparça olmuştu? Bunda içinde bulunduğumuz camianın da vebali yok muydu? Sahi şu Millî Görüş camiası ile ne alıp veremediğimiz vardı? Derken kolları sıvadık. Risale-i Nur camiasının önde gelen simalarıyla görüştük. Bediüzzaman Hazretlerinin hayatta olan bütün talebelerini ziyaret ettik. Tarikat ehlinin mühim simalarıyla görüştük. Sivil toplum kuruluşlarının temsilcileriyle görüştük. Böyle böyle 1991 yılına geldik ve biz “birlik arayışını” sürdürmeye devam ettik. Refah Partisi adayı Ârif Calban ara seçimde Kağıthane’de seçimi kazanmıştı. Ârif Bey’i tebrik ziyaretine gittik. RP İl Başkanı Recep Tayip Erdoğan Bey’in rahatsız olduğunu öğrenince Kasımpaşa’daki evinde geçmiş olsun ziyaretine gittik.

O ziyarette birlikte yemek yiyip namaz kıldık. Bu ziyaretlerimizin ardından muhterem Erbakan Hoca’mız gazetede bizleri ziyaret etti. Hoş bir sohbetimiz oldu. Erbakan Hoca’mızla daha önceleri iki röportajımız yayınlanmıştı. (Bunlardan bir tanesini Yakın Tarih Ansiklopedisi’nde verdik. O röportajlarda çok mühim tespitlerde bulunmuştu.) Bu gelişmelerin ardından, gazetenin sahibi gözüken Mehmet Kutlular ağabey bir gün beni çağırdı, bu temaslarımızı sıralayarak, “Siz ne yapmaya çalışıyorsunuz?” dedi. Ben de kendisine, “Bu yaptığımız, İttihad-ı İslâm’a katkıda bulunma çalışmalarıdır. Bu camiaya muarız tavır takınmak yanlış. Bundan böyle hem bu camiaya, hem diğer bütün İslâmî gruplara ve cemaatlere kucak açmalıyız” dedim. Çok geçmedi, aramızdaki görüş ayrılıkları aleniyete döküldü. Böylece 1992 yılına geldik. O senenin Kadir Gecesi’nde Kutlular ağabeyin evinde bir araya gelip mühim bir görüşme yaptık (ben ve dört arkadaşımla birlikte). Biz Risale-i Nur camiasındaki bölünmeleri masaya yatırdık ve yapılan hataları belgeleriyle gözler önüne serdik. Ayrıca müessesenin işleyişiyle ilgili ciddi sıkıntılar vardı. 1987’de, “Gazete iflas etti” denmiş, bizim hazırladığımız Yakın Tarih Ansiklopedisi’nin bütün gelirlerine el konmuştu. Ayrıca “dershane” denilen hizmet binaları satılmış, sözde zararın karşılanmasına aktarılmıştı. Bu böyle devam edip gitmezdi. Başarılı müesseselerin çalışma yapısını ortaya koyduk ve bu müessesenin de böyle çalışması gerektiğini belirttik. Ağabey, “Haklısınız. Anlaşalım, yeni bir sayfa açalım!” dedi.

26 Nisan 1992 bizim için tarihî gündü. Meşveret toplantısında, Anadolu’dan gelen temsilcilerin önünde bizim muhterem ağabeyimiz, Kadir Gecesi’nde evinde yaptığımız ve anlaştığımız konuşmaların tam zıddına bir konuşma yaptı. Bizden aldığı bilgileri bize karşı kullanmaya kalktı. Biz arkadaşlarla birbirimize baktık. Donup kalmıştık. O gün orada konuşmaya kalksak, kesin yeni bir bölünme olacaktı. O camianın tamamı bizi çok sevmekteydi. Bizler beş arkadaş olarak toplantı salonundan ayrıldık ve şu karara vardık: Ceketimizi alıp çıkacak, gazeteden ayrılacaktık. Ertesi günü 27 Nisan 1992 Pazartesi günü gazeteye gittik. Yazı İşlerindeki arkadaşlara kararımızı açıkladık. Oradaki arkadaşların tamamı, “Biz de sizinle birlikte ayrılacağız!” dediler. Kendilerine, bu müessesenin cemaate ait olduğunu, herkesin ayrılması halinde bu hizmetin akim kalacağını, bunun da doğru olmadığını söyledik. “Biz beş kişi ayrılacağız, sizler devam edeceksiniz!” dedik ve vedalaşarak ayrıldık.

Biz ayrılmıştık, para yok, pul yok. Ama ne hikmetse son derece huzurluyduk ve çocuklar gibi şendik. Zira büyük bir vebalden kurtulmuştuk. “Bir bölen” olmamıştık. Bölünmeye vesile olmamıştık. Gerçi bizi seven arkadaşlarımız hiçbir açıklama yapmadığımız için bizlere kızmışlardı. Biz ise kan kusmuş, ancak “kızılcık şerbeti içtik!” demiştik. Ayrılmanın zararı sadece kendimize idi. Zira zahiren maişetimizden olmuştuk. Sağ olsun ağabeyimiz ve müesseseyi ellerinde bulunduranlar da daha öncekiler gibi, “Bunların çoluk çocuğu var, hiç olmazsa tazminatlarını verelim de birkaç ay idare etsinler!” dememişlerdi. Bizler ise bir arkadaşımızın verdiği 100 dolar karz-ı hasenle evimize erzak götürmüştük. Ancak dediğimiz gibi maddeten fakir, ancak kalben çok zengindik. Zira bir bölünmenin vebaline girmemiştik.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?