?>

“ABD’de düşünce özgürlüğü hiç bu kadar tehdit altında olmamıştı”

Joe Lauria, ABD’de düşünce ve ifade özgürlüğünün eşi görülmemiş bir baskı altında olduğunu vurguluyor. Hem Julian Assange hem de Edward Snowden davalarına dikkat çeken Lauria, “ABD demokrasisi, güçlü çıkar gruplarının etkisi altında her zamankinden daha fazla tehdit alt

Dünya - 2 gün önce

Joe Lauria, ABD dış politikası üzerine uzmanlaşmış deneyimli araştırmacı gazetecilerden. 1990'dan bu yana The Wall Street Journal, The Boston Globe, The Sunday Times (Londra), The New York Times ve The Washington Post gibi ana akım yayın kuruluşlarında çalışmış. Şu anda, bağımsız araştırmacı gazetecilik platformu Consortium News'ün genel yayın yönetmenliğini yürütüyor. Lauria, eski ABD Senatörü Mike Gravel ile birlikte kaleme aldığı A Political Odyssey: The Rise of American Militarism and One Man’s Fight to Stop It (Bir Siyasi Odise: Amerikan Militarizminin Yükselişi ve Bunu Durdurmaya Çalışan Bir Adamın Mücadelesi) ve How I Lost By Hillary Clinton (Hillary Clinton Tarafından Nasıl Kaybettim) adlı kitapların ortak yazarıdır. İkinci kitabın önsözünü Julian Assange yazmıştır. Gazetecilik kariyerinde, ABD’nin askeri müdahaleleri, istihbarat operasyonları ve basın özgürlüğü gibi konulara yoğunlaşmıştır. Lauria, 2017 Martha Gellhorn Gazetecilik Ödülü'nün ve 2015'te Harvard Nieman Vakfı tarafından verilen I.F. Stone Madalyası'nın sahibidir. Joe Lauria, Harici’ye verdiği mülakatta, Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.

2023'teki kişisel anılarınızda, Pentagon Belgeleri’ni sızdırmak için özgürlüğünü riske atan Daniel Ellsberg’den bahsettiniz. Bildiğim kadarıyla Julian Assange ve Edward Snowden davalarını da yakından takip ediyorsunuz. İfade özgürlüğü ile ulusal güvenlik arasındaki çatışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Gizli belgelerin sızdırılması, kamu yararı gözetildiğinde haklı gösterilebilir mi sizce?

Kesinlikle gizli bilgilerin sızdırılmasının doğru olduğunu düşünüyorum, özellikle de haksız bir savaşı sona erdirecekse. Daniel Ellsberg'in Pentagon Belgeleri'ni sızdırarak yapmaya çalıştığı buydu. Ve bu ulusal güvenlik fikri, özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde çok sık, bir tür palavra olarak kullanılmıştır. Vietnam gibi korkunç bir savaşa bulaşmış güçlü insanların çıkarlarını korumanın bir yolu. Ve savaşı kaybetmelerine rağmen ve bunu bilmelerine rağmen, o savaşı bitirmeyi reddettiler. Pentagon Belgeleri tamamen bununla ilgiliydi. Ellsberg'in katıldığı, gizli olması gereken hükümet araştırması, ABD'nin yıllardır o savaşı kaybettiğini bildiğini gösterdi. Politikacılar ve generaller Amerikan halkına ve dünyaya kazanacaklarını söyleyip durdular. Bu yüzden pek çok insan, çoğunlukla Vietnamlılar ama aynı zamanda Amerikan askerleri de boşuna ölüyordu. Ama savaştan siyasi olarak çekilmek onlar için çok zordu çünkü sadece askeri değil, siyasi olarak da başarısız görüneceklerdi. Ve bence şu anda Ukrayna'da da benzer bir durum görüyoruz.

Ama evet, Ellsberg'in, Chelsea Manning'in Irak savaşı hakkında yaptığı gibi bu belgelere sahip olan birinin, ve bu belgeleri yayınlamak için WikiLeaks gibi bir gazete veya çevrimiçi yayıncı bulmanın, sadece siyasi bir argümana değil, kamuoyundan gizlenen gerçeklere dayanarak halkı hükümete karşı döndürmek için kesinlikle hakkı vardır. Assange davası özellikle tehlikeliydi çünkü bir yayıncının peşine düştüler. Şimdi, ABD'de ‘Birinci Değişiklik’ (First Amendment: Amerika Birleşik Devletleri Anayasası'nın Birinci Değişikliği) var ve bu, temel olarak ‘Birinci Değişiklik’ kapsamında herhangi bir materyali yayınlamanıza izin verir. Ancak Casusluk Yasası, ‘Birinci Değişiklik’ ile çelişir çünkü savunma veya gizli bilgilere yetkisiz sahip olan herhangi bir kişinin Casusluk Yasası'nı ihlal ettiğini söyler. Şimdi, Assange bir yayıncıydı, yani ‘Birinci Değişiklik’ korumasına sahipti. Ama aynı zamanda teknik olarak Casusluk Yasası'nı da ihlal ediyordu. Yani o yasa değişmeli. Aslında, suçlu bulunduğu şey buydu, bu yüzden serbest kaldı, çünkü evet, o yasayı çiğnedim dedi, ama yasanın adil olduğuna inanmıyorum. Birinci Değişiklik tarafından korunduğuma inanıyordum. Bu yüzden belgeleri yayınladım, dedi.

Yani yine, tüm istihbarat kurumlarında olduğu gibi bir gizlilik sözleşmesi imzalayan bir hükümet çalışanı, yasaya göre, ABD Casusluk Yasası, İngiliz Resmi Sırlar Yasası olsun, bilgiyi veremezler. Ve büyük bir baskı döneminde yaşıyoruz, sadece gizli bilgilerle ilgili değil, güçlü çıkarlara karşı olan her türlü bilgi hakkında. İnsanların konuşmalarını engelliyorlar, özellikle sosyal medyada. Hükümet, İsrail'i eleştiren insanların sesini kesmek için özel şirketleri kullanıyor, özellikle şu anda ve Gazze'de olup bitenler hakkında. Ve bu Daniel Ellsberg'den bile daha ciddi, çünkü yüzlerce, belki binlerce insanı içeriyor, kampüslerde sesini çıkaran öğrencileri. Massachusetts'te tutuklanan o Türk kadın, bir köşe yazısı yazan bir öğrenci, diğer dört isimle birlikte, makaledeki tek isim oydu.

Geçmişle kıyasladığınızda, Amerika’daki ifade özgürlüğünün bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Benzer bir tabloyu daha önce görmüş müydünüz?

Bugün çok daha kötü. Size geçmişte nasıl daha iyi olduğuna dair hızlı bir örnek vereyim. Hiçbir zaman harika değildi. Ama size şimdi ne kadar kötüleştiğine dair bir örnek vereceğim. Elli yıl önce, 1970'lerde, tam yılını hatırlayamıyorum, Seymour Hersh adında bir gazeteci vardı ve ona gizli bilgiler verilmişti ya da Vietnam'da bir köy olan My Lai'deki bu saldırıdan haberdar edilmişti. Amerikan askerlerinin bir köyde düzinelerce masum kadın, çocuk ve tüm erkekleri öldürdüğü yer. Bu birçok katliamdan biriydi. Ama Amerikan halkı bunu bilmiyordu. Bu gazetelerde yer almıyordu. Bu yüzden bir muhbir Kongre'ye ve sonra bu gazeteciye gidip bilgiyi verdi. Bilgi yayınlandı, büyük bir skandal oldu. Bir askeri tutuklayıp yargıladılar, ama bir iki yıl sonra çıktı.

My Lai, 1960'larda Vietnam'da gerçekleşen bir sivil katliamdı. O dönemde bir muhbir ortaya çıktı, Kongre ve basın onu dinledi. Hiçbir cezaya çarptırılmadı. Gazeteci Seymour Hersh bu olayı haberleştirdi, New York Times’ta işe başladı ve Pulitzer Ödülü kazandı. Sorumlu askerlerden biri, Teğmen Calley, yargılandı ve hapse girdi. Şimdi Irak’a bakalım. “Yan Cinayet” (Collateral Murder) olarak bilinen video, Chelsea Manning tarafından WikiLeaks’e sızdırıldı. ABD savaş helikopterlerinin Bağdat sokaklarında sivillere ateş açtığını gösteriyordu. Manning bu bilgiyi ifşa ettiği için hapse atıldı. Videoyu yayımlayan gazeteci Julian Assange da yıllardır özgürlüğünden mahrum. Ama videoda yer alan askerlerin hiçbiri yargılanmadı. Yani 50 yıl içinde tablo tersine döndü: Eskiden muhbir serbestti, şimdi hapse giriyor. Gazeteci ödüllendirilirdi, şimdi cezalandırılıyor. Askerler yargılanırdı, şimdi dokunulmazlar. Bu durum, Amerikan sisteminin ve kültürünün ne kadar gerilediğini açıkça gösteriyor. Ayrıca, hükümetin özel şirketleri kullanarak sosyal medya platformlarında halkın konuşmalarını kısıtlaması da süregiden bir sansürdür. Twitter ve Facebook gibi mecralarda ifade özgürlüğü ciddi baskı altında.

Artık hepimiz bunun farkındayız: Sosyal medya sayesinde insanlar hiç olmadığı kadar çok sese sahip. Bu da, seçkin ve güçlü çıkar gruplarını tehdit ediyor. Eskiden bu tehdit, Nixon'ı deviren Watergate gibi olaylarda olduğu gibi güçlü, bağımsız medya tarafından gelirdi. Bugün ise sıradan insanlar, daha önce hiç sahip olmadıkları kadar etkili bir sese sahipler. İşte tam da bu yüzden, bu sesleri kısmak için olağanüstü bir çaba var. Ama dikkat edin: Bu, Sovyetler Birliği'nde ya da Çin'de olmuyor. Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşanıyor. Oysa burası, demokrasinin ve ifade özgürlüğünün simgesi olması gereken bir ülke.

Bir sonraki sorum biraz daha genel ama anlattıklarınızla doğrudan bağlantılı. "Bir Siyasi Odise" kitabınıza dayanarak sormak istiyorum: Amerika’nın II. Dünya Savaşı’ndan bu yana süregelen müdahaleciliğini nasıl açıklıyorsunuz? On yıllardır sözünü ettiğimiz askeri-endüstriyel kompleksin sürekli savaşla beslenmesinin temel nedeni nedir? Ve sizce bu döngü kırılabilir mi?

Bu çok büyük bir soru. Öncelikle, Amerikan müdahaleciliğinin yalnızca II. Dünya Savaşı sonrası değil, çok daha öncesine, hatta Amerika Birleşik Devletleri'nin kurulduğu 1789’a kadar uzandığını düşünüyorum. Aslında, 1787'de İngiltere’ye karşı kazanılan zaferin ardından bu eğilim kendini göstermeye başladı. O dönemde İngilizler, kolonilerin Appalaş Dağları'nın ötesine geçerek Yerli Amerikan topraklarını ele geçirmelerini yasaklamıştı. Birçok Amerikalı sömürgeci bu yasağı kabul etmek istemedi. Bu da, isyanın nedenlerinden biri—belki başlıcası değil ama önemli bir unsur—oldu. Bağımsızlık kazanıldıktan sonra ise ABD, yerli halklara karşı sistematik bir imha ve yayılma savaşına girişti. Bu, tam anlamıyla bir toprak genişlemesi ve müdahaleler zinciriydi.

Daha sonra, 1846’daki Meksika Savaşı geldi. Bugün ABD sınırları içindeki Kaliforniya, Nevada, New Mexico, Arizona gibi büyük bölgeler o zaman Meksika’ya aitti; savaşla ele geçirildiler. Ve elbette, 1898’de çökmekte olan İspanyol İmparatorluğu'nun yerini yükselen Amerikan İmparatorluğu aldı. ABD, Filipinler, Guam, Porto Riko gibi yerlerde İspanyolları yendi; hatta Küba’ya da müdahale etti. Bu da Amerika’nın küresel ölçekte genişlemeye başladığı dönemin başlangıcıydı. Yani bu müdahaleci yapı, Amerika'nın en başından beri var.

Ancak İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte önemli bir kırılma yaşandı. Bu konuyu, merhum Senatör Mike Gravel ile birlikte yazdığım kitapta da ayrıntılı olarak ele alıyoruz. Amerikan tarihinde, savaş dönemlerinde silah üreten birçok şirket savaş sonrası eski işine dönerdi. Örneğin, dikiş makineleri üreten firmalar savaşta silah üretmiş, sonra tekrar dikiş makinelerine dönmüştü. Amerikan İç Savaşı'ndan sonra bile bir milyonluk ordu dağıtılmış, askerler çiftliklerine dönmüştü. Yani ABD'de hiçbir zaman kalıcı bir ordu ya da sürekli bir savaş endüstrisi olmamıştı. Ancak bu durum, İkinci Dünya Savaşı sonrası köklü bir şekilde değişti. Çünkü 1930’lardaki Büyük Buhran büyük ölçüde savaş sayesinde sona ermişti. Savaş sanayisi, ABD’yi krizden çıkaran ve onu dünyanın en büyük üretim gücü haline getiren temel dinamik haline geldi. Bugün bu durum geçerli değil—Trump bunu geri getirmeye çalıştı ama muhtemelen mümkün olmayacak. Savaşın bitiminde, ekonomik bunalımın geri döneceği korkusu nedeniyle askeri sanayiyi sürdürmek için güçlü bir motivasyon oluştu. Bu motivasyon, ABD'nin dünya çapında yayılma süreciyle aynı döneme denk geldi. Pasifik’te, Asya’da ve dünyanın birçok yerinde kalıcı askeri üsler bırakıldı. Çünkü savaş sonrası dünyada büyük yıkıma uğramayan tek büyük güç ABD’ydi. Bu da ona adeta küresel bir imparatorluk rolü kazandırdı.

Bu noktada, Eisenhower’ın da uyardığı gibi, kalıcı bir askeri-endüstriyel kompleksin ve Amerika'nın küresel imparatorluğunun başlangıcından söz ediyoruz. Ve bugün hâlâ bu yapının içinde yaşıyoruz. Tıpkı diğer tüm imparatorluklar gibi, bu yapı da sonunda çökecek. Ama bu çöküş, kendi isteğiyle değil; ileri-geri adımlarla, zamanla ve kaçınılmaz olarak gerçekleşecek. Bugün BRICS ülkelerinin ABD’nin emperyal gücüne karşı bir denge unsuru oluşturmak üzere bir araya geldiğini görüyoruz. Bu da belki de sonun başlangıcına işaret ediyor. Donald Trump’ın kısa süre önce yaptığı bir konuşmada Başkan McKinley’i övmesi tesadüf değil. McKinley, ABD’nin İspanyol İmparatorluğu’na karşı savaştığı dönemin başkanıydı. Trump da benzer şekilde, bir tür "imparatorluk nostaljisi" taşıyor. Gümrük vergileriyle eski gücü canlandırmak, Amerika'nın 1950’lerdeki üretim kapasitesine dönmek istiyor. Ama bu, gerçekleşmeyecek. Bu, bana göre onun hastalıklı bir rüyası. Trump’ın temsil ettiği güçler, ABD’nin küresel egemenliğinin sonuna yaklaştığını fark etmiş durumda. Tıpkı Avrupa’daki eski imparatorluklar gibi, Amerika’nın da artık dikkatini iç sorunlarına çevirmesi gerektiğini anlaması gerekiyor. Şimdilik bu yönde somut bir işaret yok ama bana göre bu dönüşüm kaçınılmaz. Ve biz şu anda tarihin tam da o kırılma anındayız.

Şimdi bugüne gelelim. Trump ve MAGA hareketi, defalarca "derin devleti" dağıtma sözü verdi. Sizce Trump, askeri-endüstriyel kompleksin etkisini gerçekten kırabilir mi? Sonuçta bunu açıkça kendisi söyledi. Ne düşünüyorsunuz?

Öncelikle şunu söylemek gerekir: Derin devlet, kendi varlığını reddeder. Hatta bu kavramın bir “komplo teorisi” olduğu iddiasıyla alaya alınır. Ama bunu dile getirenlerin çoğu aslında tam da o yapıların parçasıdır. Görünmek istemezler; derin kalmak isterler. Bu yüzden en azından Amerika’da artık “derin devletten” açıkça söz ediliyor olması bile bir ilerlemedir. Oysa başka ülkelerde bu yapılar çok daha önceden tanınmıştı. Amerika’da bu yapı esasen İkinci Dünya Savaşı sonrasında kuruldu. 1947’de Truman’ın imzaladığı Ulusal Güvenlik Yasası’yla Pentagon, Ulusal Güvenlik Konseyi ve ardından CIA kuruldu. 1950’de ise, uzun süre varlığı bile gizli kalan NSA ortaya çıktı. Yani derin devletin kurumsal temelleri o dönemde atıldı. Trump’ı sevin ya da sevmeyin, bir gerçeği kabul etmek gerekir: Russiagate skandalı baştan sona uydurmaydı. Clinton kampanyası tarafından ortaya atılmış bir yalandı ve bu yalan, FBI gibi kurumlar tarafından da desteklendi. Amerikan siyasetinde rakibinize dair yalan haberler sızdırmak yaygındır; buna “muhalefet araştırması” denir. Ancak Trump söz konusu olduğunda bu, bir devlet operasyonuna dönüştü. FBI, Trump’ı tahmin edilemez, sistem dışı ve tehlikeli gördü. Ne yapacağı belli olmayan, kontrolsüz bir figürdü. Aynı zamanda da sistemi tehdit eden biri. Bu yüzden onu engellemeye çalıştılar. Trump da bunun farkına vardı ve özellikle FBI’a karşı kişisel bir intikam duygusu geliştirdi. Sonuçta, Trump hem derin devlete tehdit olarak algılandı, hem de bizzat onun müdahalesine maruz kaldı.

Şu anda bazı dikkat çekici gelişmeler yaşanıyor. Trump, FBI Direktörü olarak Hint asıllı Amerikalı Kash Patel’i atadı. Patel, FBI’ın Washington merkezini kapatmak ve burayı yalnızca bir saha ofisine dönüştürmek istediğini söylüyor. Bu da, bütçeyi ülke çapındaki yerel kolluk kuvvetlerine aktarma planını içeriyor. Eğer gerçekleşirse, bu, Federal Soruşturma Bürosu’nun merkezî bürokratik yapısının ciddi şekilde sarsılması anlamına gelir—ve bu da önemli bir sinyal olur. Ayrıca, Trump döneminde, John F. Kennedy suikastıyla ilgili bazı belgeler yayımlandı. Bu belgelerde CIA'in rolüne dair sorular yeniden gündeme geldi. Derin devletle hesaplaşmanın işaretleri olarak değerlendirilebilir bunlar. Ama tüm bunlara rağmen, kesin konuşmak zor. Gerçekten kalıcı bir değişim olacak mı, bilinmez. Derin devlet dediğimiz yapı, bugüne kadar hep hayatta kalmanın bir yolunu buldu. Trump gitse bile, verilen zarara rağmen sistemin yeniden inşa edilmesi muhtemel—tabii temel bir yapısal dönüşüm gerçekleşmezse. Bugün geldiğimiz nokta, istihbarat teşkilatlarının yalnızca dış politikayı değil, zaman zaman iç politikayı da şekillendirecek kadar etkili olduğu bir dönem. Bu nedenle, şu an Amerika tarihi açısından son derece kritik bir eşikteyiz.

Şunu da eklemek gerekir: Bazılarına göre Trump gerçekten mevcut güç yapılarına karşı mücadele ediyor olabilir. Ancak başka bir görüş daha var—o da şu ki, Trump ve ekibi, mevcut derin devleti dağıtsalar bile yerine kendi “derin devletlerini” kuracaklar. Yani bu da yalnızca güç mücadelesinin farklı bir versiyonu olabilir.

Evet, kesinlikle haklısınız. Büyük ihtimalle sistem değişecek ama yerini Demokratlar yerine Trump’ın kontrol ettiği bir yapı alacak. Yine bir “derin devlet” olacak, ama bu kez farklı bir biçimde. Çünkü şu anki yapı partiler üstü bir güç gibi işliyor—başkan kim olursa olsun, Kongre’yi kim kontrol ederse etsin hep orada. Buna dair güçlü bir örnek var: Yaklaşık 10 yıl önce, Senato CIA’in Irak işgali sonrası yürüttüğü işkence uygulamalarıyla ilgili bir raporun gizliliğini kaldırmak istedi. Bu rapor, ABD’nin 11 Eylül’den sonra dünya çapında gizli işkence merkezleri kurduğunu ortaya koyuyordu. Obama da açıkça “insanlara işkence yaptık” diyerek bunu kabul etmişti. Ancak CIA, bu raporun yayımlanmasını engellemek için Senato üyelerinin bilgisayarlarına gizlice erişti. Bu, yalnızca ahlaki değil, yasal olarak da büyük bir skandaldı. Çünkü CIA'in ABD içinde faaliyet göstermesi yasaktır—hele ki seçilmiş senatörlere casusluk yapması, anayasal düzenin doğrudan ihlalidir. Bu olay, istihbarat kurumlarının ne kadar güçlü ve dokunulmaz hale geldiğini açıkça gösterdi. Trump’a gelince—onu tanımlamak zor, çünkü daha önce böylesi görülmedi. Bürokrasiye karşı sert adımlar attı, birçok kurumu zayıflattı, birçok kişiyi görevden aldı. Ama bunu çoğu zaman bir plan ya da uzun vadeli strateji olmadan, günübirlik kararlarla yaptı. Bu yüzden arkasında bir “derin devlet” kurma ihtiyacı hissedip hissetmeyeceği belirsiz. Ancak büyük hedefleri varsa—örneğin bir dönem dillendirdiği gibi Grönland’ı almak gibi—o zaman istihbarat ve askeri güce, dolayısıyla bir tür kendi derin devletine ihtiyaç duyabilir. Bu yüzden, Trump kendi derin devletini yaratır mı sorusunun cevabı: Evet, bu oldukça mümkün.

Şimdi iç politikadan dış politikaya geçelim. Trump yönetiminin, ABD'nin dış savaşlara müdahalesini sona erdireceği yönündeki beklentiler ne kadar gerçekçi sizce? Trump, gerçekten bir kaymayı mı temsil ediyor? Özellikle de birçok kişinin “realist dış politika”dan söz ettiği ve neocon çizgiden uzaklaştığına dair yorumlar düşünüldüğünde, bu değerlendirmeleri nasıl görüyorsunuz?

Aslında pek öyle değil—sorun da burada. Trump yönetiminde bu kez John Bolton ya da Mike Pompeo gibi açıkça müdahaleci, neocon figürler yok. Ancak Dışişleri Bakanı olarak Marco Rubio var ve General Keith Kellogg gibi isimler de yeniden sahneye çıkıyor. Örneğin, Kellogg daha önce görevden alınmış ve rütbesi düşürülmüştü, ama şimdi Ukrayna politikalarında yeniden etkili olmaya çalışıyor. Trump, kulağa hoş gelen şeyler söylüyor. Müdahalecilik karşıtı, içgüdüsel olarak doğru sayılabilecek bazı mesajlar veriyor. Bu da Amerika’daki yükselen liberteryen eğilimlerle örtüşüyor. Özellikle dış müdahalelere karşı duran bir damar var ve Trump zaman zaman bu çizgiye yakın duruyor. Ancak söylem ile uygulama arasında hâlâ ciddi bir boşluk var.

Trump, savaşları sevmediğini söylüyor ve Ukrayna savaşını sona erdirmek istediğini belirtiyor. Ancak asıl soru şu: Bu savaşın temel nedenlerini gerçekten anlıyor mu? Vladimir Putin’in Trump’la yaptığı uzun telefon görüşmesinde altını çizdiği nokta da buydu—temel nedenler ele alınmadıkça bu savaş bitmez. Amerika'da ise bu nedenler hakkında neredeyse hiç konuşulmuyor. Ana akım medya bu köklü sebepleri gündeme getirmiyor. Oysa 2014’teki krizin başında, Ukrayna’da anayasaya aykırı biçimde gerçekleşen hükümet değişikliğinden ve bu süreçte neo-Nazi grupların—özellikle de Azov taburunun—rolünden açıkça söz ediliyordu. ABD ve İngiltere medyasında bu gruplar hakkında büyük haberler yapılmıştı. Sayıları az olsa da etkilerinin çok büyük olduğu belirtiliyordu.

Ancak şimdi bu anlatı silinmiş durumda. Neo-Nazilerden bahsetmek neredeyse tabu haline geldi. Yine, AGİT tarafından demokratik olarak seçildiği onaylanan Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’in Şubat 2014’te şiddetle devrilmesinden de artık söz edilmiyor. Bu, tarihten adeta silinmiş bir bölüm gibi. Biz, Consortium News olarak, bu göz ardı edilen temel nedenleri haberleştiriyoruz. Ana akım medyanın görmezden geldiği bu gerçekleri dile getirdiğimiz için sansürle ve çeşitli karalama kampanyalarıyla karşı karşıya kaldık. Hatta bazı çevreler bizi Rus propagandacısı ilan etmeye çalıştı—sadece darbe ve neo-Naziler gibi belgelenmiş gerçekleri haber yaptığımız için.

Aralık 2021’de Rusya, NATO ve ABD’ye bazı anlaşma taslakları sundu. Talepleri açıktı: NATO askerlerinin eski Varşova Paktı ülkelerinden çekilmesi ve Romanya ile Polonya’daki, Moskova’ya sadece altı dakika uzaklıktaki füze sistemlerinin kaldırılması. Bu sistemlerin nükleer başlık taşıyabileceği endişesi vardı. Rusya, bu talepler müzakere edilmezse “teknik-askeri adımlar” atacağını açıkça belirtti—ve bu da Ukrayna’nın işgaliyle sonuçlandı. Rusya'nın 2022’deki saldırısı çoğu zaman bir "başlangıç" olarak sunulsa da, Moskova’ya göre bu, Ukrayna'nın 2014'te ABD desteğiyle başlattığı bir savaşın devamıydı. Peki, Trump bu gerçekleri gerçekten anlıyor mu? Bilmiyorum. Sanmıyorum. Putin’le uzun görüşmeler yaptı, hatta elçisi Fred Witkoff da defalarca Moskova’ya gitti. Ruslar bu meseleleri—NATO genişlemesi dahil—defalarca anlatmış olmalı. Üstelik bu itirazlar yalnızca Putin'e ait değil; ondan önceki lider Boris Yeltsin de NATO’nun genişlemesine açıkça karşıydı, yani kuklaları Yeltsin bile. Yani bu itirazlar Rusya'nın siyasi çizgisinde otuz yılı aşkın bir süredir var.

Peki Trump gerçekten Ukrayna’daki savaşı bitirebilir mi? Bunun için önce savaşın temel nedenlerini anlaması gerekir. Çünkü Ukrayna’nın bu savaşı kazanmasının tek yolu, NATO’nun doğrudan Rusya ile savaşa girmesidir. Ancak NATO liderleri bunun nükleer bir felakete yol açabileceğinin farkında—dolayısıyla bu seçenek masada değil. Bu da Ukrayna’nın kazanamayacağı anlamına geliyor. Gerçekte Ukrayna savaşı kaybetti. Ne kadar erken masaya otururlarsa, şartları o kadar iyi olabilir. Ama savaşmayı sürdürüyorlar. Trump ise bu noktada etkisiz kalıyor. Oysa bu savaşı sona erdirecek güce sahip. ABD, Ukrayna hükümetine silah, istihbarat ve finansman sağlıyor. Aslında Ukrayna, sekiz yıldır büyük ölçüde Amerikan vergi mükelleflerinin parasıyla ayakta duruyor. Trump bu desteği kesme kararını alarak savaşı durdurabilir. Ama şu ana kadar bunu yapmıyor.

İkinci mesele Gazze ve bu, belki de en kötüsü. Trump burada en vahim türden bir savaş suçunu destekliyor. Üstelik meseleyi tamamen yanlış anlıyor. O da benim gibi New York’lu—Queens’ten geliyor—ve Gazze’yi adeta suç oranı yüksek bir mahalle gibi tanımlıyor. Bıçaklamalardan, gasp olaylarından bahsediyor ama insanların çadırlarına atılan 2.000 kiloluk bombalardan, zorla yerlerinden edilip sonra bombalanmalarından, aç bırakılmalarından hiç söz etmiyor. Trump, Gazze halkına yardım etmekten söz ediyor ama bunu, onları oradan çıkarıp yerine yeni yapılar kurarak, yani etnik temizlikle yapmayı planlıyor. Bu, savaşları sona erdirmek isteyen biri gibi görünmüyor—aksine, son yıllarda tanık olduğumuz en ciddi insan hakları ihlallerine göz yuman bir tavır sergiliyor. Müdahalesizlikten söz etmesine rağmen bunu fiilen uygulamıyor. Neden mi? Belki de kontrolünü kaybetmiş durumda. Görünen o ki, en son kiminle konuştuysa onun görüşünü tekrar ediyor. Yönetiminde de bu yaklaşımı sıkça görüyoruz. Oysa gerçekçi düşünen insanlara kulak vermesi, hatta kendi içgüdülerini bile dinlemesi gerekir. Ama bunu yapmıyor.

Orta Doğu’yu yıllardır yakından takip ediyor, haber yapıyorsunuz ve Amerikan bakış açısını da çok iyi biliyorsunuz. Peki sizce Trump’ın Orta Doğu stratejisi gerçekten anlaşılabilir bir çerçeveye oturuyor mu? Bölgede dengeler hızla değişiyor—Esad’ın devrilmesi, Gazze’de yaşanan soykırım, İsrail’in artan saldırganlığı... Tüm bu gelişmeler ışığında Trump’ın Orta Doğu'da nasıl bir strateji izlediğine dair net bir görüşünüz var mı?

Katar’dan bedava bir uçak almak, görevden ayrıldığında Gazze ve başka yerlerde emlak anlaşmaları ayarlamak—Trump’ın Orta Doğu “stratejisi” temelde bundan ibaret. Hatta Dubai ya da Abu Dabi’de bir kule inşa etme planları olduğu söyleniyor. Yani Orta Doğu’yu anlamıyor, sadece emlak anlaşmalarını anlıyor. Bölgenin tarihi hakkında hiçbir fikri yok. Filistin meselesini kavrayamıyor. Gazze’yi hâlâ New York’ta suç oranı yüksek bir mahalle gibi görüyor. Batı Avrupa’nın, özellikle İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı sonrası Orta Doğu’daki rolü, Sykes-Picot Anlaşması, Lübnan ve Suriye’nin kuruluşu gibi temel tarihsel gerçeklerden habersiz. Ayrıca ABD’nin 1956 Süveyş Krizi’nden sonra Britanya’dan bölgesel hâkimiyeti devraldığını ve İsrail’i bir vekil güç olarak nasıl desteklediğini de anlamıyor. Bugün Arap rejimlerinin İbrahim Anlaşmaları yoluyla Filistinlileri yalnız bıraktığı gerçeği ise Trump tarafından “barış” olarak görülüyor. Oysa sonuç, Gazze’de yaşanan felaket oldu—temelde bir soykırıma zemin hazırlayan bir süreç.

Yemenliler dışında kimse harekete geçmiyor—sizin cumhurbaşkanınız da dahil. Sürekli güzel şeyler söylüyor ama bildiğim kadarıyla İsrail’e hâlâ petrol gönderiyor. Trump’a gelince, onu esas motive eden şey kendi kişisel zenginliği. İsrail’i savunuyor çünkü İsrail lobisinden, özellikle de hayatını kaybeden zengin bağışçı Miriam Adelson’dan 100 milyon dolar aldı. Zaten pek çok Amerikalı siyasetçi gibi, içgüdüsel olarak ne olursa olsun İsrail’i savunma eğiliminde. Ancak artık bir kırılma yaşanıyor. Giderek daha fazla insan sesini yükseltiyor çünkü İsrail’in soykırım ve etnik temizlik uygulamaları tamamen gözler önünde. Artık saklanmıyor, gizlenmiyor. Bu açıklamaları yapanlar da İsrail hükümetindeki aşırı sağcı isimler. Bir zamanlar marjinal kabul edilen, Kahane çizgisindeki bu kişiler artık iktidarda. Ve “Büyük İsrail” hayalini gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Gazze’de tanık olduğumuz şey de bu sürecin en uç noktası—tam anlamıyla bir “nihai çözüm” girişimi. Peki, Trump bu sırada ne yapıyor? Gazze’de bir golf sahası hayal ediyor. Bu kadar hastalıklı bir durumdan söz ediyoruz.

Haftanın Öne Çıkanları

Savcılıktan İBB'ye 'İmamoğlu' için yasak talimatı

2025-05-23 12:35 - Gündem

İmamoğlu'na hakaret eden Rasim Ozan Kütahyalı için kararı

2025-05-21 17:14 - Gündem

‘Aday olma derdim yok’ diyen Erdoğan’a CHP’den ilk yanıt: ‘ Zaten aday olamazsın’

2025-05-22 15:39 - Siyaset

Son dakika.. İBB Başkanvekili Nuri Aslan'a soruşturma açıldı!

2025-05-27 11:11 - Gündem

Milletvekili Toktaş’tan skandal seviyede cinsiyetçi mesaj: ‘Sana alacam bunu kral’

2025-05-21 12:07 - Gündem

Son Dakika... İBB'ye 3. dalga operasyonunda 13 kişi tutuklandı!

2025-05-22 18:38 - Gündem

Son Dakika... Bahçeli’den açıklama: ‘Yolundan caymaya hakkı yoktur’

2025-05-23 16:08 - Siyaset

CHP'li Tanal'ın paylaştığı fotoğraflardaki araçlar kimin?

2025-05-24 22:39 - Gündem

Erdoğan'dan dikkat çeken 'makam' çıkışı: 'Gözlerinin yaşına bakmayız'

2025-05-26 16:08 - Siyaset

İmamoğlu: Sandıktan sana tarihe geçecek güçlü bir tokat çıkacak!

2025-05-23 12:47 - Siyaset

İlgili Haberler

İsrail ateşkesi kabul etmişti: Hamas'tan 'hiçbir talebi karşılamıyor' yanıtı

00:08 - Dünya

ABD'den İstanbul açıklaması: 'Rusya ve Ukrayna'nın doğrudan görüşmeler yapacaklarını

21:39 - Dünya

2 bin yıllık katliamın ardındaki gerçek ortaya çıktı

00:00 - Dünya

300 ünlüden Gazze çağrısı: İsrail’e silah satışı durdurulsun

00:39 - Dünya

16 eyalet Trump yönetimine dava açtı

14:39 - Dünya

Günün Manşetleri

YSK Başkanı Yener, Meksika seçimlerine gözlemci olarak katılacak

01:38 - Gündem

Mardin Prof. Dr. Aziz Sancar Havalimanı, uluslararası uçuşlara açıldı

01:08 - Gündem

CHP'den Ankara'da Gezi'de yaşamını yitirenler için anma programı

00:39 - Gündem

Yaban domuzu besleyen 3 kişiye para cezası

00:09 - Gündem

İstanbul'un fethinin 572'nci yıl dönümü kutlandı: İmamoğlu'na selam gönderildi

23:38 - Gündem